Sokak hayvanlarına özellikle köpeklere uygulanacak endişe verici yasa değişikliğini destekleyen gazeteciler ve siyasiler var.Özellikle televizyonlarda görev yapan gazeteci arkadaşların bir kısmı nedense bu yasanın çıkmasını zafer olarak niteliyorlar.Bu desteğin nedeni belli köpekle ilgili bazı sorunları yaşayanlar destekliyorlar.Öte yandan Sokak hayvanları ile ilgili vahşet niteliğindeki yasa değişikliği süreci toplumun çok büyük bir bölümünde derin kaygı, endişe ve hatta korku yarattı.
Yapılan kamuoyu araştırmaları, Türkiye’de halkın yüzde 85’inin sokak hayvanlarının ötanazi ya da uyutma adı altında öldürülmesine karşı olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, yasa değişikliği sürecine yönelik tepkiler genellikle öldürme karşıtı bir çerçevede şekillendi.
Belki de niyet buydu. Yani ölümü gösterip sıtmaya razı etmek. Sıtma ne? Sokaklarımızda bir tek hayvan kalmayana kadar, zararlı zararsız, uyumlu uyumsuz, sağlıklı sağlıksız demeden hepsini toplamak ve barınak adındaki ölüm kamplarına hapsetmek.
Dogma, çünkü pek çok insan üzerinde hiç düşünmeden bu sözü söylüyor. Neden diye sorsanız ‘olmaz işte’ demekten daha farklı bir düşüncelerinin bulunmadığı ortaya çıkacak.
Daha farklı düşüncesi olanlar da var. Ben bunları üç gruba ayırıyorum:
Bundan sonraki sözlerim samimiyetle üçüncü grupta olanlara:
Öncelikle bazı yerlerde sokak hayvanlarının sersefil olduğu, bu nedenle bir kısmının saldırganlaştığı ve belirli gruplarca şişirildiği kadar olmasa da insanlara zarar verdikleri doğru. Ve bu durum kesinlikle çözülmesi gereken bir sorun. Bu da doğru.
Gel gelelim bazı yerlerde durum hiç de böyle değil. Köpekler ve kediler sokağın, mahallenin yerlisi durumunda, yıllardır orada yaşayan bizler gibi bir yurttaşlar. Sağlıklılar, uyumlular, zararsızlar ve mutlular. Sokakta, mahallede yaşayanlar tarafından tanınıyorlar, seviliyorlar ve korunuyorlar. Demek ki sokaklarda hayvanlar sersefil olmak ve peşi sıra gelen sorunları yaşa(t)mak zorunda değil. Demek ki başka bir yol da var. Demek ki sokakta hayvan bal gibi oluyor. O halde insana, doğumuyla değil karakteriyle insan olana yakışan, kötü örneği gösterip hayvanların haklarını ellerinden alan çözümlere yönelmektense iyi örneğe bakıp onu yaygınlaştırmaya çalışmak değil mi? Bu iyi örneğin anahtarının da ‘kısırlaştır, aşılat, yerinde yaşat’ yöntemi olduğunu daha kaç bilim insanının söylemesi, öldürme-toplama yöntemiyle sorunun çözülemeyeceğinin görülmesi için tarihte bolca olan vahşet hikâyelerine daha kaç tanesinin eklenmesi gerekiyor?
Gelin perspektifimizi biraz daha genişletelim. Dünya üzerinde sorunsuz bir ülke yok. Sosyal sorunlar, ekonomik sorunlar, ekolojik sorunlar… Hatta savaşlar, soykırımlar, işkenceler ve daha neler neler. İnsana düşen bu sorunları çözmek, onların arkasına sığınarak hak ihlallerini makul göstermek değil.
Somut örnekler üzerinden gidelim. Türkiye’de kadınlar iş yerlerinde, sokaklarda, toplu taşıma araçlarında ve buna benzer sosyal mekânlarda büyük sorunlar yaşıyor. Taciz ve tecavüze uğruyorlar, aşağılanıyorlar, dövülüp öldürülüyorlar, mobbinge maruz kalıyorlar, bin bir çeşit cinsiyetçi davranışın muhatabı olup acı çekiyorlar. Tabir yerindeyse sersefil oluyorlar. Bu durumu gerekçe göstererek ‘sokakta kadın olmaz’, ‘kadının yeri evidir’ gibi yargılara ulaşıyor muyuz? Ulaşanlar var elbet ama aklı başında kim bu yargıları ciddiye alır?
Konu sokak hayvanları olunca ne değişiyor? Özünde değişen bir şey yok. Değişen zihinlerimizdeki kahrolası insancılık. Kedi-köpek söz konusu olduğunda dilimiz söylemese de zihnimiz ‘ama onlar hayvan, insan değiller ki’ cümlesini yüksek sesle haykırıyor ve milyonlarca masum hayvanın haklarını ihlal etmek, onun hayatını elinden almak ya da kısıtlamak konusunda bol keseden sözler söylemek çok daha makul görünmeye başlıyor.
Sokaklarında hayvan olmayan bir kent ne kadar donuk, soluk, karanlık ve iç karartıcı olur. Sokaklarında ağaç olmayan, ot olmayan, kuş sesi gelmeyen; motor, makine ve insan sesinden başka sese, nefese yer olmayan bir sokak ve öyle sokaklardan oluşan kentler mi hayal ediyoruz? Sadece binalar olsun, sadece yollar olsun, sadece otomobiller olsun ve sadece sağa sola canhıraş koşuşturan insanlar ve hadi bir de nasıl olduysa bıraktığımız birkaç park olsun, öyle mi?
İnsanın en büyük yanılgı ve trajedisi kendini doğanın üstünde görüp ondan izole etmeye çalışması oldu. Doğadan koptukça derin bir mutsuzluk çukurunun dibine doğru çekildik. Şimdi, bu hatanın yeni yeni farkına varıp her fırsatta doğaya kaçmaya çalışıyoruz. Peki, doğa kentlerimizden neden bu kadar uzak diye hiç düşündük mü? Doğanın kentin içine girmesinin yol ve yöntemleri üzerine hiç kafa yorduk mu?[1]
Binlerce yıldır bizimle iç içe yaşamış, bizi sevmiş, bize güvenmiş, bize hizmet etmiş ve dahası şimdi bize ihtiyacı olan sokaktaki dostlarımıza bir yer ayırmak ve bunun kent dediğimiz acımasız makinenin dişlileri arasında ezildikçe bozulan ruh sağlığımıza iyi geldiğini görmek bu kadar mı zor? Değişik değişik ülkelerden binlerce yabancı, ülkemizdeki bu özel ve güzel durumu kayda alıp sosyal medya mecralarında hayranlıkla paylaşırken, sokaklarımızdaki kediler ve köpeklerle ilgili belgeseller çekilirken, üstelik sokaklarında hayvan olmayan o yabancılar da sokakta hayvan olmalı demeye başlamışken biz nasıl sıkıştık bu cenderenin içine?
Daha söylenecek çok şey var ama yazı uzuyor. Bu kısmı 1 Ekim 2022’de yayımlanan yazımdan bir alıntıyla tamamlayayım:
“Bırakalım sokaklarımız başıboş köpeklerin, kedilerin, kuşların, otların evleri olsun. Belki onlara bakarak köle ruhlarımıza bir derman, rayından çıkmış toplumsal huzurumuza bir çözüm buluruz. Belki onlara bakarak nefreti değil sevgiyi, şiddeti değil hoşgörüyü, ölümü değil yaşamı yüceltmenin yollarını öğreniriz. Belki onlara bakarak, sırf bu dünyaya insan olarak geldik diye kendimiz gibi olmayanlar hakkında bu kadar keskin ve zalimce sözler etme hakkımız olmadığını anlar, bizim olduğu gibi onların da haklarının olduğunun farkına varır ve böylelikle gerçekten ‘medeni’ insanlar olabiliriz.”
Sokakta hayvan zaten var, olmaması da mümkün değil. Bizde değil yalnızca, tüm dünya sokaklarında var. Kuşlar mesela, onlar hayvan değil mi? Martılara simit atmayalım mı artık? Bırakalım kuşları, Japonya’nın Nara kentinde geyiklerin sokaklarda özgürce dolaştığını duymayan kaldı mı? Peki, ABD sokaklarında dolaşan rakunları? Bir gökdelene tırmanarak sosyal medya yıldızı olan rakunu da mı duymadınız? Ya Paris sokaklarındaki fareleri? Bu liste uzayıp gider.
İnsan türü öylesine yayıldı, diğer canlı türlerinin yaşam alanlarını öylesine sorumsuz bir şekilde işgal etti, sokaklarını o yaşam alanlarının içine öylesine soktu ki, o sokaklarda hayvanların dolaşması da kaçınılmaz oldu. En gözde tatil beldelerimizin sokaklarında yaban domuzları dolaşıyor, ayılar çöplük karıştırıyor, tilkiler insanın eline bakıyor. Ne yapacağız?
Sokakta hayvan olmaz diye kestirip atmak kolay. Ama istesek de istemesek de sokakta hayvan olacak. Empati yapmak, suçlarımızın ve sorumluluklarımızın farkına varmak, masum hayvanlarının haklarını ihlal ederek sorunu iyice içinden çıkılmaz hâle getirmek kolaycılığı yerine zoru seçip onların da haklarına saygı göstererek akılcı, adil ve kalıcı çözümler üretmek zorundayız.
Özetle, sokakta hayvan olur, olmalı ve olacak. Bize düşen, kent, insan, hayvan ve diğer doğal unsurlar arasındaki ilişkiyi en dengeli ve en güvenli duruma getirmek. Elbette haklara saygılı ve adil yöntemlerle. Çünkü her şeyden önce bu bir hak ve adalet sorunu.